Tahrik!
Bazı temel değerlerin kişi benliğinde çöküntüye uğramasının, ahlaksızlığın hiçbir mazereti olamaz.
Profesör doktorun eşi, video kameralarla saptanmış görüntü ve ses kayıtlarına karşın, bütün güleçliğiyle ekranlara çıkıyor; "Kocam, bunları yapacak bir insan değil, tahrik var," diyor. Yılların yazarı Necati Doğru'da, "Bırakın erkeği, bir kadın doktora da yakışıklı bir erkek böylesine sık sık gelip tahriklerde bulunsa, böyle şeyler olabilir," diyebiliyor.
Ve kişilik çizgisini takdirle izleyip, yazılarını coşkuyla okuduğum sevgili Emin Çölaşan, konuyla ilgili ekran söyleşisinde iki önemli cümle ediyor;
Birincisi, "Türkiye gündemi böyle yoğunken, böyle konular ekrana getirilip, gündem saptırılmamalı…"
Bence bu konu ve uzantısındaki olayların, düşüncelerin Türkiye gündemi ile doğrudan ilişkisi var.
İkinci cümle, bu ilişkiyi kanıtlar nitelikte; "Türkiye'deki erkeklerin yüzde doksanbeşi böyle bir oltaya yakalanabilir."
İşte bu cümleye mim koymak lazım. Bu nokta, 1997 Türkiye'sinin geldiği acı noktadır. Türk insanının etik değerleri söz konusu olduğunda, artık hiç kimse, hiçbir koşul altında sarsılmaması gereken sağlam kişiliklerden söz etmiyor, edemiyor.
Hiç kimsenin aklına, "O genç kız, doktorun muayenehanesine çırılçıplak bile gitse, doktorun kişiliğinde en ufak bir kaykık kıpırdanış olmaksızın, kızı uyarıp göndermeli," düşüncesi gelmiyor.
Çünkü artık böyle değerler unutuldu, savunanlara da dinozor diyorlar.
Yüzde beşin çok altında olan istisnalar dışında, öyle insanlar yok artık!
Büyük çoğunluğu oluşturan herkesin bir kaynama noktası ve bedeli var… Tüm kişilikler satışta.
– Cinsel taciz var, ama tahrik var (!)
– Çaldım, çünkü özendim (!)
– Daha çok çalabilirdim, ama yetecek kadarını aldım (!)
– Yalan söylüyorum, çünkü diğerlerinden kurnazım, akıllıyım… Hem dünya böyle (!)
– Kendimi sattım, çünkü başka çarem yoktu (!)
– Üç-beş bin dolar maaş, iyi bir paye, iyi bir köşeye vatanı bile satabilirim (!)
Bütün bu çetrefil yollar, yükselen değerler-küreselleşme fasit dairesinde dolanıp duruyor.
Türkiye'nin evrensel geleceğe aralanmış ışıl ışıl kapılarını, sanatını, beyinlerini, duru sevgilerini, 1983 senesinde mühürleyen, yaşamasız bir kolay kazanç insanı, artık yaşam şekline dönüşen bu rezillik günlerini başlattı.
O devlet adamının (!) en parlak demeçlerini anımsayın! "Benim memurum işini bilir." "Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz." "Bir koyup üç alacağız."
Ve bugünkü tarikat güruhlu başbakan iftarlarının yanında zemzem suyu ile yıkanmış gibi kalsa da, Cumhurbaşkanlığı resepsiyonlarındaki arabesk tayfayı, hanedan akşamlarını, görgüsüzlükleri, ilk mafya bağlantılarını, bugün takunya giyen ilk yağdanlıkları, Jaguar'ları, davulları hatırlayın.
Birisi, çizgili pijamasıyla ayak parmaklarını karıştırarak basına poz verince, şortuyla asker denetleyip, şımarık zengin çocukları gibi, bütün trafik kurallarını altüst ederek otoyollarda hız denemelerine çıkınca;
Özgürlüğü deformasyon, çağdaşlığı kişiliksizlik, başarıyı köşe dönmek, kazanmayı değerlerini satmak, sevgiyi hesaplaşma, cinselliği üste çıkmak, solculuğu Kürtçülük, milliyetçiliği vahşet, öze dönüşü Osmanlılık, evrenselliği mandacılık, kurtuluşu İkinci Cumhuriyet, Müslümanlığı şeriat, demokrasiyi basamak zanneden, başka türlü birileri sardı ortalığı.
En masum bakışlıların bile dişleri sivrilip, gözleri dikine elipslere dönüşüyor.
Bu tepetaklak günlerde, tarikatçıların, devlet erkânının, profesör doktorların, çete kurma, çalıp-çırpma, ırza geçme, cinsel taciz mahkemelerindeki mazeretlerle bezeli savunmalarını dinliyoruz…
Köşe yazarları, gazeteciler, yorumcular olayların kökenleriyle, sürüp giden toplumsal çürümenin çareleriyle ilgilenecekleri yerde, şaşkın oto tamircileri gibi, arızadan çok, arabanın/kameranın yanlış kullanıldığından söz ediyorlar. Muayenehaneye gönderilen konu mankeni ve diğer yanlış haber alma yöntemleri medyanın reyting yarışı ve iç hesaplaşmaları nedeniyle başlatılan çamur atma furyasında, taciz olayı nerdeyse haklılık boyutuna getirilerek göz ardı edilebiliyor.
"Evet ama, tahrik vardı!.." "Öyle gerekiyordu!.."
Nerelerden nerelere geldiğimizi anlamak için daha ötelere gitmeye gerek yok! Adalet terazisi, Sivas'ta otuzbeş aydını diri diri yakan kara yobazları aynı tahrik mazeretleriyle savunmaya kalkan ulu zatın ellerinde.
Utanmazlığın kakafonik senfonilerini yazan insanlar, bindokuzyüzkırkaltı yılından beri palazlana palazlana, bugünkü Türkiye'nin içbükey aynasına dönüştüler.
Ama sırları dökük bu aşikâr aynanın öteki yüzünde, karanlıkları yırtmaya hazırlanan, özü sözü doğru, şeffaf, ışık ve sevgi insanları büyüyor.
Gün olur devran döner, her şey umulmadık bir anda değişiverir.
O zaman gözleri kamaşıp, kör uçuşa geçen yarasalar, sevimli hayaletin karton şatosuna sığınırlar artık!