Suyun Altında Ateş Yakmak
Uğultular… Uğultular… Uğultular…
Sonra salonun ışıkları söndü. Kadife perde ağır ağır açıldı iki yana. Çıt yoktu!
Yetmişdört yıllık görkemli bir klasik eser yeniden yorumlanacaktı.
Doğaçlamalara açık bu büyülü müziğe, çığlığıyla, enstrümanıyla, bakışıyla, duruşuyla katılmak isteyen herkese açıktı… Bu nedenle nerdeyse salon kadar büyüktü sahne!
Sessizliğin koltuklar arasında ağır çekim efsanelerle kanatlanmış bir beyaz at olduğunu duyumsadım.
Fuayenin giriş kapısı tarafından başka türlü haykırışlar geliyordu.
Dışarda senfoniyi çalmak isteyen birileri vardı. Çağdaş dünyanın muteberleri olarak zaaf denizlerinde soluklanan kişilik satışlı balıklar, daha derin karanlıklardaki yaratıklarla ve kanlı dişlerinden aydınların, bebelerin yanık kolları, bacakları sarkan köpek balıklarıyla tehlikeli bir ortaklığa girişmişlerdi.
Dertleri bu muhteşem senfoniyi çalmaktı. Çalmak… Ve götürüp derin karanlıklarda, suyun içinde ateş yakmak gibi beyhude bir çabayla yok etmek… Notaları ve ölümü hiç yaşamamış kalpaklı destanları.
Fuayenin ötesinde, giriş kapısının dışında, yanlış bir adrese doğru her adımda daha cüretlenerek uzaklaştılar!..
Localarda ve duhuliyede uyuklayan her dem sağır olanların dışındaki seyirciler, sessiz, kıpırtılı, dinginliği bozmayan içten içe pürtelaş bir beklenti içindeydiler…
Önce ezik bir çello solosu…
Nefesli çalgıların pedal sesleri eşliğinde yaylılar grubunun hırçınlaşmaya teşne huzurlu salınımları…
Rüzgârlı kreşendolarla yükselip, defalarca ana temaya dönen, gizemli, yakıcı, ümit veren tahrikler içinde aşk kokan, adrenalin yüklü orkestra yürüyüşleri… Kağnılar, hızlı gösterimli eski zaman filmlerinde cepheye koşuyorlardı. Ve sırtlarda top mermileri… Yüzleri seçilemeyen şalvarlı güzellikler, ışıl ışıl… Bir çift mavi göz kayalıklı tepelerden Afyon ovasını yiyip bitiriyordu pençeli bakışlarıyla…
Piyano solosu başladığında, Boğazlar'dan Karadeniz'e esareti yırtan bir geminin nemli huzurlarıyla yıkandık!..
Arp, kemençe, kanun, ud, cura, bağlama ve bütün orkestra…
Değişik fısıltılarla görkemli bir koroya dönüşen haykırışlar kenetlenmiş bir kurtuluş türküsü seslendiriyorlardı!
Ayağa kalktım… Yürüdüm sahneye usul!
En can alıcı bölümde dört mezürlük bir gong vuruşu seçtim kendime…
Mucizevi bir şekilde gazinin yürek cebindeki saate çarpan düşman kurşununun yükselen ulus bilinci karşısında aciz çığlıklarla paramparça yok oluşunu canlandıracaktım.
O nedenle, "Kuva-yı Medya" dergisinin 16 Aralık 1996 tarihli otuzaltıncı sayısından bir ışık koridoru açarak yazmaya başladım. Aydınlığın penceresi bu güzelim dergiye emek veren canlarla özdeş frekanslarda bir yıldan öte sizlerle haberleşiyoruz.
Zaman zaman, çok yakınlardan sıkılan o düşman kurşununun saati sıyırıp gazinin aydınlık istençlerle dolu yüreğini paramparça ettiğini duyumsadık…
Yeni hüzünlere gebe karamsar günler yaşıyoruz, anlaşılmaz umutlarla. Bu olağanüstü cumhuriyet senfonisinin büyük şefi, yüksek tansiyonlu bir konsantrasyon içinde yönetiyordu, kerameti başka güçlerden menkul olmayan teslimiyetsiz çağdaşlığa ve özgürlüğe inananları.
Onar yıllık dilimlerle, üst üste geçmiş süperpoze filmlerde çoğalan kolları, uçuşan altın saçlarıyla ölümsüz bir ruhtu. Hiç dönüp bakmadı geriye. O yüzden göremedik masalsı mavi gözlerini. Olup bitenlere seyirci kalanlara küsmüş sanırım!
Dincilik kokulu karanlık tacirlerine, dişiliğin yüzkarası çaresiz çariçelere, donunu toplamaktan aciz sanal milliyetçi faşist çetecilere ve bütün bu katastrofik yırtılmalardan bizi korumaya soyunan geçmişi ikmalli plastik kahramanlara böylesine somut anlatımlarla isyan ederken, zaman zaman beyin yorulmaları yaşayarak, müziğimin evrensel soyutluklarının uzağında kaldım.
Yine de "Kuva-yı Medya" yazıları, her türlü kavga ile huzur içinde (!) sürüp giden sanat hayatımın en onurlu, en şerefli emeğiyle yoğruldu. Şimdi gidiyorum…
Yeni yapıtım için, televizyonsuz, gazetesiz, uzak bir yerlerde bir başıma yaşamam gerekiyor.
Bu karanlık dönemin en belirgin aydınlıklarından biri olarak kesinlikle tarihe geçecek olan korkusuz dev yürekli küçücük derginin her satırını beyinlerinize kazıyın!
Uzak gelecekte bir gün, iğrençlikleri güzelliğe dönüştürmeye çabalayan birileri anımsanacaksa… Belki birkaç yıl… Belki asırlar sonra!
Aydınlığın kaçınılmaz zaferini yaratanlara şükran abideleri dikilecekse dünya memleketlerinin sokaklarına, "Kuva-yı Medya" taş yığınları arasından tüm emekçileriyle gülümseyecek geleceğe.
Gelecekte birileri hiç görmeyecekler ama, mandacılar, istifçiler ve yobazlar, şaşkınlıktan açılmış ağızlarıyla boka sarmaya hazır vaziyette ardınızdan bakacaklar… Sifon çekilene kadar!
Neyse!
Tüm kalbim, bu memleketi karanlıkların ve dolandırıcıların ishal dışkılarından arındırmaya soyunmuş canlarla atıyor.
Bu nedenle, bu dergiye yazılar göndereceğim ara-sıra…
Sadece okumayın!
Yazın, yapın, karşı koyun, katılın…
Ve aydınlık Türkiye'nin son kalan satılmamış kültürlü tohumları olarak, kendinize iyi bakın!
Işık ve sevgiyle…