Sizin Kediniz de Konuşuyor mu?

Adamların ikisi de şık giyimliydiler. İstanbul Gelişim Stüdyosu'nun konuk odasında çaylarını yudumlayıp beni bekliyorlardı.

Koyu renk elbisesi, düzgün taranmış kır saçları ile "politikacı eskisi"ni andıranın önünde en büyüğünden bir bond çanta, daha genç, karayağız olanın boynunda son model bir fotoğraf makinesi…

Otuz-elli yaşlarındaydılar…

O günden iki hafta kadar önce telefon etmişlerdi.

"Biz……… ajansından arıyoruz, gazetemizin sanat sayfası için sizinle detaylı bir söyleşi yapmak istiyoruz. Bir randevu rica edeceğiz…"

"Ben yeni çalışmamın kayıtları için her gün öğleden sonra stüdyoya gidiyorum. O gün biraz daha erken gelirim, kayıt öncesi konuşuruz…"

Kapılar kapandı, minik teyp çıktı, söyleşi başladı…

Alışık olmadığım bir tuhaflık…

Soru sormuyorlar, söylemek istediğim ne varsa içimden geldiği gibi anlatmamı rica ediyorlardı…

"Olur al!" dedim. "Hem böylesi daha hoş…"

Kısa bir özgeçmişten sonra İlhan İrem'e sorulacağını tahmin ettiğim, sorulmasını arzu ettiğim konulara değinmeye başladım uzun uzun… Yeni çalışmalar, kitaplar, pop müziğin durumu, metafizik, çevre kirliliği, Uğur Mumcu, Atatürk, şeriat, İran, 900'lü kanallar, özel radyolar, televizyonlar, termik santrallar, insanlar, hayvanlar, ilişkilerin kirlenmesi, yeni projeler… O günlerde hayatımı dürtükleyen ne varsa…

Teyp çalışıyor, adamlar yalnızca dinliyordu… -Ara sıra bilge tavırlarla onaylayan kafa sallayışları-

Bir saatlik kasetin iki yüzü doldu. "Bu kadar" dedim. Teyp kapandı.

Daha kerli-ferli olanı çantasından minik bir fotoğraf albümü çıkardı…

Baba'yla ve diğer politikacılarla yan yana, kol kola çekilmiş fotoğrafları gösterirken sordu: -Diğeri resim çekiyordu-

"İlhan Bey, çok güzel bi söyleşi oldu, yazıyı hangi boyutlarda kullanmamızı istersiniz?"

"Anlayamadım?"

"Yani tam sayfa, yarım sayfa, dörtte bir?.."

"O sizin konunuz, nasıl uygun görürseniz" dedim.

Durumu kavramaya çalışarak masanın öte yanına kollarımla dayandım…

Çantasından ürkek hareketlerle bir makbuz çıkardı, bir de tarife…

"Yanlış anlamayın," dedi. "Birçok konuda aynı düşünceleri paylaşıyoruz. Bu bir dayanışma, bütünleşme, yardım."

Tarifeyi benden yana çevirerek önüme uzattı… Tam sayfa kırk sekiz milyon, yarım sayfa yarısı, dörtte biri… Dizi yazılar, ön kapaktan duyuru falan filan…

Gerisine bakmadım!

Son yıllarda hiç bu kadar şaşırmamıştım… Şimdi ben ne edeyim… Tanıştığımız yaklaşık iki saatten beri en küçük bir densizlik, saygısızlık yapmayan, bu kibar, şık giyimli üçkâğıtçılara ne diyeyim

Müthiş bir "sakin olma" gayreti içinde "böyle bir şeye gereksinimim olmadığını. Böyle bir konudan baştan söz etmemiş olmalarının büyük saygısızlık olduğunu, hiç değilse söyleşinin (!) ortalarında bir yerinde onların aradığı cinsten bir sanatçı olmadığımı anlayıp, özür dileyip gitmeleri gerektiğini, böyle bir teklifi duymamış kabul ettiğimi ve sonuçta stüdyoyu terk etmelerini.."

Apar topar gittiler.

Unuttukları fotoğraf albümü yakın zamana kadar stüdyonun sekreter masasının gözünde duruyordu.

Bilmem aldılar mı?

Mesleğini şerefiyle yapan çok sevgili gazeteci dostlarıma, sımsıcak sevgiler, selamlar…

Sözünü ettiklerim gazeteci değillerdi zaten…

 

Daha sonra o günü çok düşündüm

Biz nerdeyiz?

Buralara nerden geldik?

Dostlukları, ilişkileri, saygıları, sevgileri, çevreyi tümden erozyona uğratıp, toplumun bütün kesimlerinde üreyip boyveren bu sığ ve kalın kolay kazanç insanları… Bu robot yığınlar, milyonlarca köşe dönücü. Gelişimi, çağdaşlaşmayı "gibi olmak" zanneden, "Türkilizce"li, "vaav"lı, "pardon yani"li plastik çiçekler hangi tarlada sulanıp serpildiler bu kadar?

Öte yanda bu görüntüye tepki olarak şeriat kıpırtısı…

 

Geçiniz.

Geçmişlerde bir gün, birileri su kattı aşımıza, kıvamımız bozuldu…

Çürümeye, kokuşmaya başladı ortalık.

Bireysellik, bencillik.

Önce telefonlar mı bozuldu?

Telesekreterler…

İki yanımızdaki dostlukları, sevgileri şöyle iki kolumuzla geriye itip, öne fırlamak… Steriyoo doksandokuz ef eem!.. Tarotlar, fallar, hopterelelli, köşe köşe dönmece…

Hangimizde sizce?..

Hangisi daha hafif?..

 

Hangisi daha hafifse,

O iyidir (!)

 

Toplumsal kirlenme aynamızdaki "ışıksızlık" aynen Türk pop müziğimize de yansıdı…

Üç silahşörler Türk pop müziğine başarılı bir darbe girişiminde bulundular, "Yeni Türk Hafif Müziği"ni yarattılar. Ardından da zaten taklit olanın kötü taklitleri…

"Kıl oldum abi"

"Elleme, sollama, sallama, dallama…"

Bunlar yeni plastikler…

Kırk yıldır tanıdığımız, kendine özgü renklerini kokularını bilip sevdiğimiz eksi dostlar da takılınca bu "kör uçuş"a…

"Doktorum nerde?.."

"Türk popu hamle yaptı" (!)

Böyle hesapçı ve sinsice değil, yıllar yılı değişimsiz, kendi acılarıyla içlenen arabeskin tahtına kuruluverdi… "Neo Arabesk" bu.

"Çağdaş Türk Müziği"ne doğru ilerleyen Türk popuna "yüzde doksandokuz" başarılı bir darbe…

Genç kalmış, sönmemiş beyinler..

"Yüzde sıfır sıfır bir"den çoğalacak ışık sızmaları…

Ve uzayıp giden bir girdap…

Mesleğine inanmış, sanat ve sanatçı adına uğraş veren kim varsa;

O besteleri yapanlar…

O sözleri yazanlar…

O aranjörler…

O menajerler…

O plakçılar…

O disk jokeyler…

O yönetmenler…

O derinliksiz, plastik üretimi, ilişkileri sulayan herkes…

Resimleriniz, ikibinli yıllara doğru açtığmız serginin "Yükselen değerler" galerisinin duvarlarına çoktan asıldı…

"Yeni Türk hafif müziğinin kanatsız kartalları…"

Uçun…

Yaptıklarınız, parmak kadar çocuklara ve genç insanlara sunduğunuz "nurlu ufuklar" , sorumluluğunuzu en şahane şekilde yerine getirdiğinizin efsanevi kanıtları olarak dillerde…

 

Yüzde birlik çıkış ihtimallerine genelde "yaya kaldın tatar ağası" denir… Eski zamanların yüzde birlik mavi ışığının, körfezdeki gemilere bakıp, "Geldikleri gibi giderler" dediğini bilmesem tümden ışıksız kaldığımıza inanabilirdim belki.

 

Karışık, sıkıntılı bir yazı…

Ama elçiye zeval olmaz;

"Kedim konuşmaya başladı",

kulağıma bunları söyledi.

Işık ve sevgiyle…

İlhan İrem Official Web